3 Nisan 2010 Cumartesi

Fenerbahçe - Arkas 3 - 0 Salondan İzlenimler


Bu sezon taraftarımızın biraz daha arka planda bıraktığı erkek voleybol takımımız, gene federasyonunda negatif tutumları sonrası, hakettikleri yoğunlukta taraftar desteğinden bir süredir iyice uzak kalıverdiler. Keza bugün bu ülkede erkekler voleybol ligi playoff yarı finalleri başlamış durumdayken, son dörde kalan takımlardan üçü müessese, sadece birisi ise spor kulübü olduğu halde maçların saat ve yayın programlanması o kadar saçma şekilde yapılmakta ki ; federasyonun ülkede voleybolun değerini artırma, salonlarda ve televizyonlarda izlenirliğini çoğaltma gibi bir mantıktan uzak olduğunu anlamamız zor olmuyor.

Bugün İstanbul'da yarı finalin ilk maçları iki farklı salonda oynatılacakken, yayıncı kuruluşunda canlı yayın programı gözetilerek farklı saatlerde fikstür planlaması yapılmış. Bizim mantıklı olarak beklediğimiz, ne salonda ne de televizyonda maçlarını izlemek için can atan herhangi bir taraftar kitlesi olmayan ibb ve ziraat bankasının saat 17.00de, bizim ise 19.00da oynamamızdır. Bu şekilde işten okuldan çıkıp -her ne kadar bu şehirde trafik şartları sıkıntıysa da- gelebilenler gelir, salondada izleyici sayısı 17.00de başlayacak bir maça göre daha fazla olur, ülkede ki voleybolseverleri ve sporun bu tür keyif unsurlarını düşünen bir federasyon buna göre planlama yapmayı düşünürdü.

Ama nerede böyle bir anlayış! Bu maçımız 17.00de, İzmir'de ki ilk maçımız 15.30da olmak üzere çok garip şekilde programlanarak kulüp takımlarına ve bilhassa Fenerbahçe'ye karşı olan tavırlarını göstermiş oldular. Bugün bu olumsuzluğa rağmen az sayıda da olsa taraftarın takımına olan katkısını görmemek mümkün değildi.

Neyse genel sıkıntılar üzerinden bahsettikçe uzayan konuyu artık maça getireyim. Arkas ile son yıllarda kupaları karşılıklı olarak birbirimize kaptırdığımız finaller üzerinden doğan sert bir rekabet oluşmuştu. Hem İstanbul'da hem de İzmir'de ki maçların gerilimli atmosferleri hem tribünde hem de oyuncularda yoğun hissedilerek süregelmekteydi. Geçen sene olduğu gibi bu sezon da onlarla yarı finalde eşleşmemiz üzerine finale giden yolda onları eleyecek olmaktan hoşnutluk duyarak maç zamanlarını bekler olduk.

Biz artık yarı finale vardık, taraftarlarda çoğunlukla bayan voleybol takımına yönelttikleri ilgilerini birazcıkta olsa erkek takımına da yönlendirmeyi düşünürler diye umut ediyorken, kendi sahamızdaki ilk maç saatinin cuma günü 17.00 olarak açıklanması bizleri iyice endişelendirdi. Voleybol maçlarını düzenli takip eden taraftarların sayısı genelde belli bir kalabalıkla sınırlı kalıyorken, bunlar içinden de ,az da olsa Fransa'ya gidenlerde olmuştu. Yahu işten okuldan kim fırsat yaratabilecek acaba, herhalde salonda tezahürat edecek kimse olmaz korkusuyla salona gitmekteydim.

Maça gidebilmeyi becerebilsem de başına yetişemeyecektim, büyük ihtimal ilk set biterken anca varırım diye düşünüyordum. Aceleyle merdivenleri inip, salona vardığımda da saat 17.25 falan olsa gerekti. İçerden şaşırtıcı şekilde taraftar sesi geliyordu herhalde maç iyi gidiyor olsa gerek dedim ama bundan daha şaşırtıcı olan ise üst arama kontrolünü geçmemle skorborda baktığımda 0-0 görmemdi. Maç başlamamıştı, ilk altıda ki oyuncular sahaya henüz yerleşmişlerdi. Orada gördüğüm güvenlik şefine maç neden başlamadı dememle, şaşkın bir ifadeyle işte başlıyor ya deyiverdi, öyle ama saat beşte başlaması gerekmiyordu deyince, yok maç saati 17.30 dedi. Neyse onla böyle ablak ablak diyalogu daha fazla sürdürmeyip Allah Allah ben mi yanlış biliyordum diye hemen bir yere çöküverdim. Daha sonra yanımdakilerden öğrendim ki önceki maç uzadığından bizim maç saatinde de sarkma olmuş, bu sayede maçın başını yakalamış oldum.

Salonda çok az taraftar olur endişem yerini keyfe bıraktı. Evet az sayıda taraftar vardı, buna kıyasla maçı izlemeye gelen salon genelinde ki seyirci kalabalığı da haftaiçine göre idare eder vaziyetteydi. Çoğunluğu ana tribünün ortalarına doğru yoğunlaşmış halde 300 kişi kadar vardı. Bizim maçları takip ettiğimiz ana tribün sağ köşede ise önden üç dört sıraya biriken 20-25 kişi ve etrafa doğru dağınık tek tük taraftarlar vardı. Bu taraf her zamanki kalabalık halinde değildi ama en azından voleybol müdavimlerinin bir kısmı gelebilmişti.
Yan taraftaki file arkası bize uzak olana göre çok daha boştu. Rakip taraftar yada seyirci tavırlı kimseler gözükmüyorsa da, özel güvenlik ana tribünün en solundaki bloktan boşluk bırakarak üstten aşağı dizilerek oturmuştu.

O file arkasında tezahürat eden kimse olmadı ise de salon içinde gruplar halinde tek renk eşofmanlarıyla oturanlar göze çarpıyordu. Büyük ihtimal salonun böyle bomboş gözükmemesini sağlayan sebeplerden biri de gün boyu burada maçları olan gençlerin tribünde maç izleyerek beklemesiydi (okul takımları ,ikinci-üçüncü lig takımları vs.) Bu yüzden bazen ayaklanıp gidenlerle gelenler falan oluyordu. Yani oraya özellikle Fenerbahçe-arkas maçı olduğu için izlemeye gelenlerin sayısı benim tahminim 250 kişi falandır. Bunlarında sadece bizim olduğumuz tarafta 25-30 tanesi oturarak tezahürat eden taraftardı.
Bu şekilde olan salon atmosferi benim umduğumdan daha iyiydi ve file arkasında da bir bağıran topluluk olmayınca, tam sevdiğim türde sahaya sataşmalı-tezahüratlı bir ortamda sürekli oyuna bakarak geçti.

Ben daha bir yere yerleşip gömleğimin kollarını sıvayana kadar maçta rakip hızlı bir girişle öne fırlamıştı bile. Etrafta küçük yaşta olan ufak çocuklar göze çarpıyordu. Bir iki ufaklık tezahürat girme hevesleriyle bu ilk sayıların olduğu süreçte bağırıyordu, etraftakilerde onlara katılmaktaydı ama kötü girdiğimiz oyunda molayı alıverdı. Bu sefer 35yaş üstü ağabeyler bu çocuklara biraz taktik vermeye başladılar. Böyle bağırmakla olmaz, rakip servis atarken yuhlayın, top bizdeyken tezahürat yapcaz tamam mı diye onlara akıl verildi. Rakip bizim önümüzden servis atıyordu, bu yüzden baskıyı artırıp farkı eritmek lazımdı. Çocuklarda söz dinleyince bizim için oldukça keyifli dakikalar başladı.

Teknik mola sonrası bir süre karşılıklı sayılar ardından serviste olan Emre ile uzun bir seri yapıverdik, onun servisleri karşılamakta zorluk çekiyorlardı, gelen kötü manşetleri de genç pasörleri sağa sola koşturup kaldırmakta zorlanıyordu. Bazen de verdiği paslar o kadar kötü oluyordu ki takım arkadaşları topu antenin içinden bırakabilmek için çaba göstermek zorunda kalıyordu. Bizim takım bu seriyi yaparken bizde coştursana bizi bu tribünlerde... diyerek oturur vaziyette bağırmaktaydık. İkinci teknik molaya önde girmemizle herkes tamam sessizlik diyerekten dinlenme moduna geçiyordu. Oyuna tekrar girilince gene tezahürat etmeye başladık. Tribünlerde hep dillerde bu sevda bitmez gönüllerde... falan derken oyunda çok iyi savunmalar sergiliyorduk, onlar servis atarken servise kim geliyorsa ona bağırıp laf atıyor, sonra vuruş zamanına doğru uğultularla germeye çalışıyorduk. Onlar sık sık fileye dışarı attıkça iyice keyiflenmiş halde setin sonuna vardık. Set-set-set haykırışlarından sonra alınan set ile arkadaki çocuklardan yükselen Fenerbahçem sen çok yaşa... seslerine katıldık. Bizim oyuncular bizim yarı alana geçerken ayaklanıp alkışlayıverdik.

Setin arasında dışarı sigara içmeye giden ağabeyler oldu, bizde kendi aramızda muhabbet etmekteydik, bazıları ise İlhami hocaaa İlhami hocaa diye ona sempati tezahüratıyla takılıyorlardı. Önümüzde ısınan Emre Batur'a Emree Emree diye tezahürat edildi ki ilk set geriden dirildiğimiz süreçte bizleri ateşlemişti. Murat Özaydınlı alt kapıdan girip protokole gidiverdi, Hakan Dinçay'ın yanına oturdu. Gözüm yayın odasına gidince orada Aylin abla ile Kıvanç ikilisini görmemek garip oldu. Onların yerine Aslı Duru ile Yusuf vardı. İkinci set başlamak üzereydi, yandaki ağabeylerden biri ufaklıklardan birini dışarıdakileri çağırmaya yolladı. İkinci set rakip oyuncular bizim uzağımızda kalıp biraz nefes alabildiler zira bizim olduğumuz kısımdan sola doğru oturanların hepsi maçı izlemekten başka birşey yapmıyordu. Onlara zaman zaman seslenenler oluyordu, beyler bayanlar biraz sizde katılın, en azından servis atarlarken yuhalayın şunları yahu, yoksa biz mi buradan kalkıp birde o köşeye gidelim deniyordu.

Buna rağmen gene de o taraftan bile servis atsalar biz gürültü yapmaktan kaçınmadık. Setin başlarında bir smaç oluverdi ki arkasın ispanyolu kike'nin suratında patladı, biz bir gazla ayaklanıverdik vur vur kafasına kafasına.... devamını getiremeden İlhami hoca arkasına dönüp bize öyle bir bakış attı ki susuverdik (yapmayın ama adamın neredeyse burnu kırılıyordu gibisinden bir bakıştı) kike yerden kalkıp toparlanınca alkışlayıverdik. Ardından bir tek sana tutuldu bu kalpler... bestesini girmemizle neredeyse bu set boyu bunu söyledik. Ne zaman ki rakip servis atacakken kesiyorduk, uğultuya başlıyorduk, bizim yaptığımız savunmaları alkışlıyorduk, sayıları aldıkça yüksek sesle giriveriyorduk, ...sevdanın uğruna tanımaz hiç engel...
Oyuncularımız dehşet toplar öldürdükçe gazlamamız artıyordu, servise geldiklerinde çıldırt bizi Ekşi vb. tezahürata Arslan aşağıdan başparmağıyla işaret veriyordu. Gerçi bugün omuzundaki sakatlığını zorlamamak için smaç servisler kullanmadı. Dün ona sorduğumda az bir ağrısı olduğunu ama oynamayacak kadar sıkıntı olmadığını söylemişti.

Bazen Emre servise asılıp dışarı attıysa hemen boşver Emre,takma kafana diye bağırıp alkışlıyorduk, ama o kadar hırslıydı ki hoca onu liberoyla değiştirirken kenara oturup nasıl dışarı attığına yanıp duruyordu. Bizim tribün ortamı ise çok keyifli olmuştu, adeta uzaktan kumanda fonksiyonları varmış gibi ortadaki ağabeyler arkadaki gençleri -tamam mola oldu,sessizlik dinlenin, hadi mola bitti bir tek sana tutuldu..., yuhlayın, yüklen yüklen, ayaklanın,çökün- falan diye böyle bayağı komik sahneler olmaya başlayınca etrafımızdakilerde sürekli bizim tarafa bakıp gülüyordu. Sayıların ardarda gelmesiyle gazlanan tezahüratlardan protokoldeki yöneticilerimizde keyiflenmiş halde alkış tutuyorlardı. Bizde bazen alınan sayının gazına göre ayaklanıyorduk, bazen oturaraktan bağırıyorduk. Gardner'da bugün iyi gününde olunca blok sıkıştırmalarında bile hiç tereddütsüz çakıyordu, olmadıysa da blok out yolunu rahat buluyordu. come on Gardner diye seslenmelerimize yumruk sıkıyordu. Setin sonunda gelen sayıyla ayaklanıp Her zaman her yerde en büyük Fener diye bağırıverdik.

Gene çök çök,dinlen komutlarıyla birbirimizle dalga geçerekten set arasını öldürmeye başladık. Oyundaki üstünlüğümüz barizdi ama biz son sette de aynı tarzı devam ettirelim diye kendi aramızda konuşuyorduk. Aradığım büyük aşkı ben doğarken sende buldum.... sesleri arasında üçüncü sete giriverdik. Onlar servis atarken gene önümüzdeydiler, biz de mesaiye koyuluverdik. Genç Ceyhun çok uzun servis atıyordu, ona biraz baskı koyunca çocukcağız bu maç iki kere fileyi bile aşıramadı. Ama yabancılardan en keyiflisi meszaroz mesaisi oldu, zira bu eleman servise asılıyordu ama çok hata yapıyordu, yerli oyuncular ise her seferinde bize ikramda bulunmaktan kaçınmadılar, servis kaçıranı kahkahalarla alkışa boğuyorduk.

İyi bir oyunla tezahüratlar eşliğinde farkı beşe çıkarmıştık. Ama duerden'in servise geçtiği bir süreçte bizim takım farkın erimesine engel olamadı. Bunun üzerine haydi Fener haydi....tam zamanı şimdi, bizim için saldır kanarya gibi maçta pek başvurmadığımız bir iki tezahüratı çok kısa süre yaptık. Zaten bu maç yaptığımız farklı tezahürat sayısı beş tane falandır. Genellikle maçı iyi götürdüğümüz süreçteki tezahüratları bozmama geleneğini uyguladık. Onların serisini kırdıktan sonra aldığımız sayılar sonrası bir süre seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi.... demekteydik ama açıkçası bunu daha fazla uzatmayalım ikinci teknik moladan sonra değiştirelim dedik.
Bu set gene kike'nin suratında patlayan bir top oldu ama önceki kadar kötü değildi, gene vur vur kafasına kafasına çivi gibi çivi gibi çak çak çak diye bağırıverdik, bu sefer ilhami hocada ters bakmadı. Ama gene de bir cinslik yapacak yer bulmuştu. (Sanırım ikinci sette benchte oturan Cem Kurtar'a bir uyarıda bulundu ama sebebi nedir anlayamadım)

Bir ara arkaslıların toplu itiraz ettiği bir an oluverdi, bizden de onlara itirazlar yükseldi, sesimizi yükseltmemiz sonrası kart isteklerimiz havada kaldı. Servise geçen kike olunca aklıma gelen bütün ispanyolca küfürleri dökmeye başladım, sessizlik esnasında hijo de puta, maricon, tonto falan diye bağırmam üzerine etraftakiler hocam ne diyorsun öyle diye anlamasalarda gülüşüverdiler.

Aslında bu setin rutini servise gelen her oyuncumuza (çoşkovic hariç, ona coş coş coşkoviç diye bağırıyorduk) Arslan Ekşi'ye yaptığımız stilde çıldırt bizi Emre-Özkan-Divis vb. bağırıp iki kere böyle bağırdıktan sonra hep birlikte çıldırtsana bizi bu tribünlerde,şampiyonluk için saldır Fenerbahçe diye bağırıp duruyorduk. Top rakip sahaya geçtiği gibi sesler azalıyordu. Bu seferde onlar manşeti uzağa kaçırdıysa gürültü yapıyorduk,ya da pas verecekken dikkatlerini dağıtmaya çalışıyorduk, smaç vuracaklarken uğultu yapıyorduk vs.. Bizim takım savunması el ayak falan derken inanılmaz toplar çıkarıyordu iyice coşuyorduk, bravo haydi beyler, savunma vb.. sesler eksik olmuyordu.

Açıkçası bayan takımımızın çoğu maçlarında bu kadar çekişme olmadığından aynı şekilde davranmaya pek fırsat doğmuyor, erkeklerin maçlarında ise daha farklı haz alınabiliyor, bunu oyuncularımız da tribünden aldıkları gazla kendi içlerinde sayılara reaksiyonda hırsla sarılarak falan gösteriyorlar.

Artık set sonuna doğru rakip servislerinde Gökhan abi yolla dışarıda eve gidelim akşam oldu,hanım evde bekliyor,çocuğun ödevi var falan böyle takılmalar oluyordu. Bülent servis atarken duyduklarından sonra gülümseyiverdi, Ahmet Toçoğluda İzmir'e yolla İzmir'e seslenmelerimiz sonrası topu dışarı gidince sinirlendi. Böyle böyle setin sonuna gelip maç maç maç bağırışları arasında salon ayaklanmışken gene smacı basıverdik. Fenerbahçem sen çok yaşa canım feda olsun sana... diye sesler yükselirken takımları alkışlıyorduk.
Oyuncular file önünde tebrikleşme seromonisini hallederken buraya buraya diye çağıranlar vardı, çağırmasakta gelirlerdi zaten Filenin Efendileri. Öne parmaklıkların oraya yığılanlara doğru sarı lacivert şampiyon Fener diye hatırlatıverdim. Oradaki ağabeylerden biri sarı diye başlıyoruz tamam mı diye arkasındakilere söyledikten sonra takım filenin altından geçip bize alkışlarla yaklaşırken üçer kere karşılıklı sarı-lacivert şampiyon-Fener yapıverdik ve hepsini alkışlarla uğurladık. Arkaslılar soğuma maksadıyla bize yakın tarafta yere çökmekteydiler. O kadar perişan gözüktüklerinden midir bu sefer onlara pek takılmayıverdik. Aslında arkadaki gençlerden biri İzmir'in dağlarında çiçekler açar diye şarkıyı giriverdi ama tamamını bilen olmayınca öyle iki mısrayla kalıverdik.

Etraftakiler dağılmaya başladı, ben de parmaklıkların oraya gittiğimde bugün salonda hiç pankart asılmadığını o zaman farkettim, pankartsız duvarların ne kadar renksiz soğuk bir ortam olduğunu televizyondan görünce daha iyi anlıyoruz. Bizim takım oyuncularından birkaçı röportaj vermeye sıra bekliyorlardı. Tribündeki ufak çocuklarda onlara sesleniyordu, Serkan'ın formasını istiyorlardı. Diğer arkaslılarda yerlerde etrafa bakıyorlardı, onları nasıl dağıttığımız yüzlerinden okunuyordu. İspanyol kike'de uzun bir süre yere oturup tribüne bakıyordu herhalde nereden geliyordu bu ispanyolca ses diye, como estas kike diye gülerek işaret yapıp gidiverdim)

Dışarda gün ortasındaki bahar havası bozulmaya başlamıştı, hafiften yağmur serpiştirmeye başlıyordu. Aynı yoldan yürümekte olduğumuz ağabeylere bugünkü voleybol tribününün çok iyi olduğunu söyledim, az kişiyle de olsa tam bilinçli şekilde maçı iyi takip ettik, neredeyse en az 10-15 sayıyı biz aldık demem üzerine;
evet nerde çokluk orada ... oluyor, bundan sonra aslında hep böyle yapmak lazım, servise gelene baskı sonra tezahürat, ama kalabalık maçlarda file arkasındakilerle tezahürat yapacaz diye oraya baka baka maçtan kopuyoruz, biz üsküdar anadolunun maçlarında da koca şehir takımlarını böyle baskıyla bitirirdik diye anlattılar.

Bu şekilde erkek takımıyla keyifle başladığımız voleybol haftamız inşallah Fransa'dan da Sarı Meleklerimizin başarısıyla devam eder. Koç Demeter ile konuştuğumda bütün takım olarak akıllarının kaç gündür biraz da Fransa'ya gittiğini kızların başarısını heyecanla beklediklerini söylemişti, koçla sohbetimden aklımda kalanları yarın toparlayıp yazmaya çalışcam.

Hiç yorum yok: